Özgür Özdemir


botemezBiraz kendinizden bahseder misiniz?

2008 Marmara Üniversitesi, BÖTE mezunuyum. Mezun olduktan sonra iki sene öğretmen olarak çalıştım. Şimdi doktora yapıyorum. Doktorada üçüncü yılımdayım. Bunun içine dil öğrenme ve yüksek lisans dönemlerini de katarsak yaklaşık altı yıldır öğrenciyim. Yurt dışında yaşıyorum. Indiana Üniversitesi’nde (IU) Instructional Systems Technology (IST) bölümündeyim. Türkiye’deki karşılığı BÖTE diyebiliriz. 30 yaşındayım. Konyalıyım.

Üniversitede ki öğrencilik yıllarınızda neler yaptınız?

Üniversiteyi 2004-2008 yılları arasında okudum. İlk yıl “Ben nereye geldim?” diyerek ve bölümün nasıl olduğunu çözmek ile geçti. Lise hayatım boyunca süreç değil de, sonuç odaklıydım. ÖSS’ye gireceksem, bir şekilde başarılı bir sonuç elde edip üniversite hayatıma devam etmem gerekiyordu. Önceliğim buydu. Aldığım puan ile eğitim fakültelerini yazmak istedim. Çünkü mezun olduktan sonra iş aramayı göze alabilecek durumda değildim. Şunun için söylüyorum, aldığım puan ile örneğin sıradan bir elektrik ve elektronik mühendisliğine gidebilirdim. Fakat, oradan mezun olduktan sonra bir kaç yılım iş aramak ile geçecekti. İş bulsam bile işten tatmin olamayacağımı düşündüm. Sıradan bir üniversiteden mezun olmak, daha sonra iş hayatında açıkçası çok fazla pozitif etki yaratmayacak gibiydi. Türkiye’de belli bir gerçek var. Etiketli üniversiteler var. Oralardan mezun olursanız, iş bulmanız daha kolay oluyor. Maddi olarak getirisi de daha iyi oluyor. Dolayısıyla ben yine sonuç odaklıydım. BÖTE’den mezun olursam, evet KPSS var ama sınava çalışırım, sınavı geçer ve öğretmen olurum diye düşünüyordum. Mezuniyet sonrası kısa sürede iş bulma odaklı yaklaştım. O günün şartları onu gerektiriyordu. Bugünkü aklım olsaydı derler ya ama bugünkü akla da aslında o günkü tecrübeler sayesinde sahipsiniz. Bugünkü aklım olsaydı, belki öyle yaklaşmazdım. Daha farklı, daha fazla öğrenebileceğim, kendime daha fazla şeyler katabileceğim, kendimi daha çok geliştirebileceğim belli başlı bölümlere bir göz atardım. Nihayetinde, eğitim fakültesine gidip öğretmen olma kararı verdim. ÖSS tercih döneminde Matematik ve BÖTE bölümünü yazdım. Marmara Üniversitesi BÖTE ile benim puanım arasında 4-5 puan fark vardı. Fakat Marmara Üniversitesi’nin puanları o dönem esnedi ve burayı kazandım. İlk yıl bölümü öğrenmek ile geçti. Kişisel hayatımda bilgisayar internet konusunda tecrübem yoktu. O anlamada tamamen cahildim diyebilirim. Meslek lisesi mezunu arkadaşlar için ilk sene sıkıcı oluyor. Onlar, BÖTE’de özellikle ilk yılda öğretilenlerin çoğunu bilerek geliyorlar. Hocalar dengeyi bulmak da zorlanıyordu çünkü bir taraf da Word’ü açmamış öğrenci grubu var diğer tarafta kodlamayı öğrenmiş grup var. Ben hiçbir şey bilmeyen gruptaydım. O yüzden bana bu bölümde olmak çok zor geliyordu. Birinci yıl böyle geçti. İkinci yıl arkadaş çevresi oluşmaya başladı. Üçüncü yıl; bölümün işleyişini öğrenmiştim, hocaları tanımıştım, arkadaş grubum oluşmuştu. Üçüncü yıl en zevkli yıllardan birisiydi. En zor yıldı belki ama müthiş arkadaşlık bağlarının kurulduğu, herkesin birbirini tanıdığı, en yakın arkadaşların belirlendiği bir dönemdi. Bizim de kendimize göre bir arkadaş grubumuz vardı. İkinci sınıfın sonu itibari ve üçüncü sınıfla birlikte ile artık öğrencilik yıllarım eğlenceli bir hal aldı. Dördüncü sınıf ta ders sayısı azalıyor. Artık daha bilinçli şekilde derslere yaklaşıyorsunuz. Bir projenin hazırlanmasında artık bilginiz fazlasıyla oluyor. Proje yaparken de zevk alıyorsunuz. Hem eğleniyor hem de öğreniyorsunuz.

İlk yıl; keşfetme; ikinci yıl tanıma; üçüncü ve dördüncü yıl; hem eğlenme hem de öğrenme ile geçti diyebilirim.

Keşke yapsaydım dedikleriniz var mı?

Çok büyük keşke diyebileceğim üniversite ve derslerle ilgili bir şey yok. Ama üniversitedeki zamanımı çok iyi değerlendiremediğimi düşünüyorum. Mezun olduktan bir süre sonra fark ettim bunu. Üniversite sadece dersleri öğrenmek, kendinizi alanınızla ilgili geliştirmek anlamında katkı sağlıyor. Örneğin; BÖTE’de flash öğretilir. Ama temel işlevleri öğretilir. Geri kalanı aslında size bağlıdır. Bunlardan ziyade kendi kişisel gelişiminiz ile ilgili çok az şey yaptım. Müthiş zaman vardı ve çok daha fazla okuyabilirdim. Şimdi dönüp baktığımda belki çok çalışıyor gibisiniz. Bende üçüncü ve dördüncü sınıfta öyle zannediyordum. Tek bir sorumluluğun var: sadece dersler. Maksimum dört beş ders alıyoruz. Haftada beş dersiniz olsa bu da yaklaşık 15 saat yapar. Sözün özü arta kalan çok büyük bir zaman dilimi var. Bu zaman diliminde tabi insan eğlenmeli, sosyal aktiviteler de bulunmalı ama hayata dönük kendini daha fazla geliştirebilir. Mesleki olarak geliştirebilir. Özel ilgi alanlarında geliştirebilir. Çok fazla okuyabilir. Öğretici belgeseller izlenebilir.  Örnek olarak, bu aralar iphone, ipadler ön planda. Bilmemiz gerektiği için söylemiyorum ama Steve Jobsın hayatını anlatan bir kitap, belgesel var mı, nasıl şirket oluşturmuş, bu birikimi nasıl elde etmiş? Bu tarz şeyleri öğrenip daha önceki bilgileriniz ile bağlantılarını kuruyorsunuz. Kendi özel ilgi alanınız ile ilgili olabilir. Bu küçük bir örnek.

botemez2Akademik çalışmalara yönelmeyi o yıllarda mı karar verdiniz?

Ben mutlaka şunu yapmalıyım diye çaba içerisinde çok olmadım. Uzun vadede planlarım vardır ama o plan ile ilgili çok büyük hırslarım yoktur. Çünkü öyle düşündüğüm zaman çok stresli oluyorum ve mutsuzluk sebebi oluyor. Sürekli bir baskı, stres oluyor. O yüzden akademisyen olmalıyım ya da yüksek lisans yapmalıyım gibi bir hırsım yoktu. Buna rağmen, ALES’i keşfetmek için üçüncü sınıfın ikinci döneminde ALES’e girdim.

Bölümümüzün koridorlarında asılı bir duyuru kâğıdı vardı. Bu duyuruda birkaç yıl içerisinde 5000 akademisyen alınacağına ilişkin bir ilandan bahsediyordu hatta bunu arkadaşlarımla da paylaştığımı hatırlıyorum. O zamanlar “Araştırma görevlisi ne yapar? Nasıl olunur?” onları anlamaya çalışıyordum. Derslerimize hocalarımız geliyordu fakat ders vermek dışında hangi görevleri olduğuyla ilgili çok fazla bilgiye sahip değildim. “Doktora, araştırma görevlisi, yayın nedir?” bir fikrim yoktu. Ama “5000 araştırma görevlisi alınacak” yazısı aklımda kaldı.

Mezun olduktan sonra Sakarya ve Marmara Üniversitesi BÖTEye yüksek lisans programına başvurmuştum. Aynı zamanda öğretmenliğe de başlamıştım. İlk yıl Marmara’dan kabul alamadım ama ikinci yıl kabul aldım. Sürekli arayıştaydım. İlerleyen zamanlarda, dördüncü sınıfın birinci döneminde, yurt dışına öğrenci alımları ile ilgili bir başvuru süreci olduğunu internet sayfalarında gördüm. Şartlarına baktım. Sonra bu fikir gelişmeye başladı. Çünkü öğretmenlik ile ilgili tecrübelerim çok hoş değildi. Kendi karakterim ile de alakalı. Ben bunu deneme-yanılma ile öğrendim. Öğretmenlik benim için pek yapılabilecek bir meslek değildi. Sabırsız bir yapıya sahibim sanırım. Öğrenciyi uyardığımda bunu anlamalı, uyarıma tepki vermeli ve uyarımı almalı diye düşünüyordum. Ama almıyordu. Derste altı-yedi kez bir öğrenciyi uyardığımı biliyorum. Öğretmenlik yaparken yaşadığım sıkıntıların sorumlusu olarak en başta kendimi görüyorum ve buna ek olarak okulun bulunduğu çevreyle de biraz alakalı olabilir diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu durum beni arayışa itti. Hem 5000 akademisyen alımına ilişkin görmüş olduğum yazı, hem de öğretmenlik mesleğinde edindiğim tecrübeler akademisyen olma fikrimi körükledi. Sonuçta, akademik kariyer ile devam etme kararı aldım. Daha sonra tekrar ALES’ e başvurdum. Çok idealist değildim. “Ben profesör, doçent olmalıyım, üniversite de bir pozisyonum olmalı” gibi idealist yaklaşımlarım yoktu. Ama her zaman kafamın kenarında yüksek lisans yapmak ve böylece akademisyenlik dünyasına ilk adımı atabilmek vardı. Üniversite yıllarında benim gözümde üniversite hocasının en büyük sorumluluğu ders anlatmasıydı. Ama bu tarafa geçince üniversite hocasının, her zaman o konuşulan bilime katkı yapmak, araştırma yapabilme yeteneğinde olmak ve o zamana, bilgiye ve birikime sahip olmak gibi çok önemli sorumluluk ve niteliklerinin olması gerektiğini çok daha iyi anlıyorsunuz. Üniversite hocasının aslında birçok sorumluluğu var. Eğitim-öğretim tarafı sadece bir ayağı ve büyük bir sorumluluk aslında.

Instructional Systems Technology (IST) bölümü BÖTE’nin oradaki adı mı?

Tam kelime karşılığı “Öğretim sistemleri teknolojileri” olarak çevrilebilir. Buradaki BÖTE bölümünün ders içeriklerinin büyük bölümünü kapsıyor. Yapısal olarak temel fark şu, IU IST bölümünün kendisine ait lisans öğrencisi yok. Sadece yüksek lisans ve doktora öğrencisi var. Her ülkenin kendine göre hem kültürel, hem de eğitim yapıları var. Bundan dolayı, Amerika’da bu mükemmelmiş diyerek oradaki sistemi direkt olarak bize adapte edelim demek de mümkün değil.

Bir diğer fark, örneğin matematik öğretmenliği bölümü öğrencileri IU IST’den birkaç ders alıyor. Her yıl öğrenciler zorunlu derslerin yanısıra istedikleri derslere kaydoluyorlar. Mesela IU IST tarafından verilen W200 diye bir ders var. O derste eğitimde teknoloji entegrasyonu anlatılıyor. Smartboard’ın derse entegre edilmesi, öğrencilerin branşarına göre öğretmenlik hayatlarında kullanabilecekleri web siteleri, araçları neler ve bunların derste kullanılması gibi ders içerikleri öğretiliyor. Dolayısıyla öğrenci teknoloji entegrasyonunu öğrenmiş oluyor. Bu öğrencilerin mezun olduklarında ders anlatıma etkili teknoloji entegrasyonu bilgisine sahip olması hedefleniyor.

Ülkemizde BÖTE’nin açılmasının temel amaçlarından biri, okullara birer teknolog bulundurmaktı. Bunun pratiği Amerika’da yapılıyor. Orada sertifika programları var. Okullara bu arkadaşlar teknoloji koordinatörü olarak çalışıyorlar. Bizim ülkemizde ise BT öğretmenleri formatör olarak görev alıyor. Teoride hepsi aynı. Ama bizdeki formatörün karşılığı daha çok okullarda tamirat oluyor. Amerika’da teknoloji ile ilgili problemlere bakan başka birimler var. Teknologlar ya da teknoloji koordinatörleri öğretmenlere eğitim materyal bulmada ya da materyal hazırlamada destek veriyor. BÖTE mezunlarının ülkemizde teorideki ile pratikteki rolleri maalesef farklı. Amerika ise bu işi, teoriyi olabildiğince pratiğe dökerek çözmüş. Pratikte iki ülke arasında müthiş farklılıklar var.

IU IST bölümünün kendine ait lisans öğrencileri yok. Bu durum üniversite hocaları açısından, bilimsel çalışma performanslarını yükseltiyor. Bir yılda maksimum 6 saat ders anlatıyorlar. Burada belki bir hoca, dönemde 25-30 saat derse giriyor ve bu sadece ders anlatımı için bir dönemde ABD’deki meslektaşlarına kıyasla 8 veya 10 kat fazla enerji sarf etmelerini gerektiriyor. Düşünün, bu hocanın kaç tane öğrencisi var. Öğrencilere vize-final yapıyor, dönemlik iki-üç proje veriyor. Onları okuması gerekiyor. 40-45 kişilik sınıflar oluyor. Sadece bir sınıftan yılda en az 80 ödev demek bu. Bir öğrenci 10 sayfalık bir proje verse 800 sayfa. İki sınıfı olsa 1600 sayfa. Bir öğretmen 1600 sayfayı okuyacak ve notlandıracak. Aynı zamanda her hafta 25-30 saat ders anlatacak. Üstüne bir de bilimsel çalışma yapacak. Bunu yapan hocalar varsa takdire şayandır ancak pratik de karşılığı olan bir iş değil bu. Dolayısıyla, ülkemizde hocalarımızın bilimsel anlamda istenilen seviyede olamamasının bir sebebi yeterli zamanı bulamamaları olabilir. Çünkü yapması gereken bir çok şey var. İnsanın kendi ailesi, kendi sosyal aktiviteleri de olacak. Zaman problemi ile çokça mücadele etmek zorunda kalıyorlar.

IU ISTye baktığımız zaman hocalar haftada maksimum üç saat derse giriyor. O derse ayıracağı zaman da artıyor. Dersteki öğretim performansı da artıyor. Çünkü hoca derse gelmeden önce bir sürü kaynak tarayabiliyor. Örneğin, şu anda öğrenci olduğum okulda hocanın saat 13:00’de dersi vardır. Hoca saat 9:00’da okula gelir ve ders başlama saatine kadar anlatacağı dersi çalışır. Yüksek lisans, doktora derslerini asistanlar anlatmazlar. Diğer lisans seviyesindeki teknoloji entegrasyonu dersi öğrencilerine, asistan öğrenciler ders veriyor. Onların da ağustosta planlanan çizelgede; hangi hafta ne anlatacağı, ne ödev vereceği, projelerin teslim tarihleri hepsi bellidir. Tüm bunları yapabilmek için yeterli zamana sahipler ve haftada 30 saat ders anlatmıyorlar. Farklılıklar bunlar. Ders içeriği bakımından bölümlerin ana amacına yönelik olarak büyük oranda aynı. Tabi orada pedagojik dersler IST tarafından verilmiyor. Çünkü bölümün amacı, öğretmen yetiştirmek değil. Zaten bölümün üniversite öğrencisi olmadığı için pedagojik ders anlatmalarına gerek kalmıyor. Temel öğretim teorilerini öğrenebileceğiniz dersleri (Skinner, Vygostky, Piaget, Gagne vs) seçmeli olarak alabilirsiniz. Temel olarak aynı, nasıl etkili bir müfredat geliştirilir, öğrenciye nasıl etkili bir ortam hazırlanır buna odaklanılıyor.

taslakEğitime teknoloji entegrasyonun nasıl yapılacağı diğer bölümlere anlatılıyor. Ders içeriklerinde hangi konulara yer veriliyor?

*Detaylı bilgi için haftalık IU IST W200 Using Computers in Education ders anlatım planı: http://www.indiana.edu/~educw200/schedule.html

Ben açıkçası hafta hafta ne anlattıklarını bilmiyorum. Mesela, video nasıl düzenlenir? Kolay şeyler yani. Gidip de Adobe Premier anlatılmıyor. Amerika’da tabi daha çok macbooklar üzerinden örneğin; İmovie programını öğretiyorlar. Ses düzenleme programları öğretiliyor. Amerika’daki öğrenci seviyesi, bizdeki öğrenci seviyesinden çok yukarıda değil. Onlarda seçme olayı sistematik gerçekleşiyor. Hakikaten bir öğrenci iyiyse, seçilerek merdivenleri çıkıyor. Dolayısıyla yukarı çıkan öğrenciler, hem bilgi hem de birikim bakımından çok iyi. Bizim hem kültürel, hem de içerisinden geldiğimiz eğitim sistemi, hem aile yapıları bunda çok rol oynayabilir. Ülkemizde, genel olarak ortalama bir öğrenci çok fazla konuşmaz, soru sormaz. Ben de öyleyim, çok soru sormam. Diğer yandan, onların kültüründe en aptalca soruyu bile sormaktan çekinmiyor öğrenciler. Hoca ise “Bu güzel bir soru” diyerek cevaplandırmaya başlıyor. Öğrenci mesela “@ işareti nereden çıkıyor?” diyor. Öğrenci hiçbir kaygı taşımadan sorar. Çünkü bilmiyordur ve öğrenmek için soruyordur. Bizde ise sıkılır. Şimdi ben bunu sorarsam, arkadaşlarım veya hocam bir şey der mi acaba diye düşünülür. Onların kültürlerinde böyle bir şey yok. Açık fikirlilik ya da rahat düşünme ön planda. Bu sıklıkla ve kolayca gözlemlenebilir bir durum. Eğitim sistemlerindeki farklılıktan bahsedeceksek bu çok büyük bir fark bana göre.

Örneğin, bir öğrenci bizde sınıfa yemek ile giremez ya da sınıf içerisinde oturuşuna dikkat eder. Ama Amerika’da öğrenci çok rahat bir şekilde derse yemek ile de girebilir ve özellikle lisans seviyesindeki öğrenciler bizim kültürümüzde pek de alışık olmadığımız biçimde oturabilir. Bu iyi mi kötü mü bilmiyorum. Ancak şu var ki, eğer öğrenci sorumluluğunu yerini getiriyorsa “ister ye, ister iç, ister ayağını uzat” bunu hiç kimse umursamaz. İşini iyi yapıyor musun, yapmıyor musun? Yapıyorsan hakkını alırsın, yapmıyorsan da hakkını alırsın. Soru sormaktan asla çekinmezler ve tartışırlar. Tartışma denilen şey daha çok fikir paylaşımı anlamına geliyor. Tartışmanın bizdeki anlamı daha çok senin fikrini karşı tarafa kabul ettirme gibi algılanıyor. Genel olarak bu onlarda yok. Dolayısıyla tartışma biçimleri fikir paylaşımı ve üretkenliği artıyor. Bizim ülkemizde, sınıflarımızda tartışma çok az oluyor. Olduğunda da kendimizi ne kadar ifade ettiğimiz de tartışılır. Çünkü Türkiye’deki okuma seviyesi ortada. Ne kadar kitap, ne kadar makale okunduğu ortada. Hiç ödev için on sayfalık kendimize ait okuduklarınızı içeren bir yazı yazdık mı? Bu tecrübemiz kısıtlı. Alıntılama olayına çok önem veriyorlar. Kopyala-yapıştır yapmak, onlar da eşini aldatmak kadar büyük bir ahlaki problem. Dolayısıyla, okuldan atılma sebebidir. Örneğin, okulumda şuan “Turnitin” adlı bir program kullanıyorlar. Tam olarak nasıl çalıştığı ile ilgili pek bir bilgim yok. Ama kabaca bildiğim şu, sizden alınan ödev bu programın veri tabanında tutuluyor. Yazdığınız makale ya da ödev veri tabanındaki ödev, proje ya da makalelerle karşılaştırılıyor. Program size ne kadar intihal olduğunu gösteriyor. Yüzde yirmiye kadar toleranslılar. Çünkü çok genel cümleler oluyor. Bu tarz çakışmalar olabilir. Bu artıkça bir problem olduğu ortaya çıkıyor. Hoca iyi niyetli ise sizinle görüşerek bir çare bulmaya yardımcı oluyor. Ama direkt raporlarsa da kimse bir şey diyemez. Çünkü yönetmelikte hocalara o hak verilmiş. Üniversite yıllarımda benim de tamamıyla kendimin yazıp hazırladığı ödev sayısı çok sınırlı. Okuma alışkanlığımız istenilen düzeyde olmadığı için hem ana dilimize hakimiyetimiz az oluyor hem de kaliteli yazı yazmak güçleşiyor. İkinci dili öğreniyorsunuz fakat kendi dilinizi çok iyi bilmediğinizde o ikinci dili de iyi öğrenemiyorsunuz. Aşmanız gereken bir sürü problem karşınıza çıkıyor.

Amerikalılar için söylenilen bir klişe vardır. Türkler mesela, alışveriş yaparken 6 lira tutarsa 11 lira verip 5 lira geriye alır ya, Amerikalıların bu kafasını karıştırırmış. Doğru da olabilir. Amerikalılar basit düşünüyor. Sonuçta orada bir barkod var ve bana geri kalan parayı gösterecek diye düşünüyor. Fişe bakıyor ve ne kadar para üstü vereceğini biliyor. Kural insanı. Belki bize gereksiz gelen daha farklı kuralları var. Ama o kurallara uydukları için de az gelişmiş ülkelere göre çok daha az problemle karşılaşıyorlar. Bu tarz farklılıklar var. Dediğim gibi Amerikalı öğrenciler mükemmel değiller. Onların da bir sürü problemleri var. Ama içinde büyüdükleri o eğitim sistemi bireyleri konuşmaya, soru sormaya, tartışmaya açık hale getiriyor. O yüzden Mark Zuckerberg, Steve Jobs gibi isimlerin çıkması da kolaylaşıyor.

Bir BÖTE mezunu olarak şuan BÖTE okuyan arkadaşlarımıza bir öneriniz var mı?

Bir şekilde kişinin kendisini tanıması gerekiyor, ne istediğini bilmesi lazım. Benim kendim ile ilgili tecrübem şu; “özel sektörde yapabilir miyim?” dedim. Özel sektörü denedim. Bir özel şirketin bilişim departmanında staja başladım ve özel sektörün bana göre olmadığını anladım. Bir başka kişi için çok önemli fırsat olabilirdi, bilmiyorum. Kişinin kendisini tanıması için birkaç girişimde bulunması gerekiyor. Okulda staj yapılabilir. Ben okulda staj yaparken mesela, çocukların sesinden rahatsız oluyordum. Sonra diyorsun, ömrün orada geçecek. Buna hazır mıyım sorusunun cevabı düşünülmeli. Çocukları çok seviyorsan olur. Gönüllü olur, staj olur. Mutlaka özel kolejlerde yapılabilecek bir şeyler vardır. Bazen hocalar tavsiye diyorlar. Akademisyenlik düşünülüyorsa, bir soru listeniz olabilir ve akademisyenler ile görüşülebilir. Kesinlikle bilimsel araştırma yöntemleri dersinin alınmasının faydası olacaktır. O dünyaya girmeden önce bir bilgiye sahip olunmalı. Bir de tabi kendisine sormalı: “Hayattaki amacım ne?” Bunu bilmek gerekiyor. Öğretmen olacaksanız, maddi anlamda üst düzey bir geliriniz olamayabilir ama kendinizi geliştirmeye bolca vakit bulabilirsiniz. Eğer yarı zamanlı bir okulda çalışıyorsanız, öğlenden sonra kullanabileceğiz büyük bir zaman dilimi oluyor. Ek iş yapabilir, kendinizi geliştirebilir, özel ilgi alanlarınıza yönelebilirsiniz. Özel sektörde iyi yerlere gelebilmek içinse çok iyi olmak gerekiyor. Belki yurtdışı tecrübesi, belki dil tecrübesi… Erasmus kesinlikle yapılmalı veya en azından denenmeli. Ben çok pişman oldum erasmus için çaba harcamadığıma. Kuzenime tavsiye ettim ama o da yapmadı veya yapamadı. Hatta Türkiye içinde başka bir üniversiteye gitme programı da başlamış. Başka şehir, başka ülke, başka bölüm görülmeli. Bu tecrübelerin toplamından sonra arkadaşlarımızın bir fikri oluşacaktır. Ona göre yol alınabilir.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir